Hastalık sürecinde çok şey kaybedebiliriz: Alışkanlıklarımızı, sosyal rollerimizi, yarına dair öngörü duygumuzu, planlarımızı, bazen bağımsızlığımızı. Ama aynı zamanda şunu da kazanabiliriz: Hayatta gerçekten neyin önemli olduğunu daha berrak görme yetisi. Ve belki de, “insan olmak” ne demek diye daha dürüst, daha sade bir anlayış geliştirme imkânını. Burada kullanılan imkân sözcüğü hastalığın haklı bir gerekçesi olduğu anlamına gelmez. Hastalık “iyidir” demek hiç değildir. Bu daha çok, hastalık sürecinde hayati bir şey görünür hâle gelebilir düşüncesini taşır. Hastalığı bir insanlaşma süreci olarak düşünmek, acıyı yüceltmek ya da idealize etmek anlamına gelmez; acıya bir “öğretmen” gibi kulak vermek demektir. Çünkü hastalık, bize sadece sınırlarımızı değil, aynı zamanda insani yanımızı, tabir yerindeyse kalbimizin kıyılarını gösterir.
Kaderi bir patikaya benzetir Aytmatov. İnen, çıkan, engebeleri olan. Neyle karşılaşacağımızı bilemeyiz. Hayatın içinde uzun vadeli planlar yaparken bazen hasta yatağı bazen refakatçi olmak düşer payımıza. Önceliklerimiz bir anda değişebilir. Sağlık o zamana kadar bizi meşgul eden her şeyin önüne geçer. Şükür, sabır ve isyan arasında savruluruz.
Değerler üzerine kıymetli çalışmaları olan Mualla Selçuk, hastane koridorlarında karşılaşıyor kendi imtihanıyla. Şifa arama yolculuğunda bir eş olarak yaptıklarını, yapamadıklarını sorgularken buluyor kendini. Zorlu tedavi sürecinde yıllardır emek verdiği değerlere tutunarak ilham verici bir hikâyeyle ayağa kalkıyor. Hastalıkla veya bakım süreciyle karşılaşacak olanlara kul olduğunu hatırlatarak kıyıyı işaret ediyor. Kıyıda gülümsüyor Mustafa Selçuk.